Günümüzden beş yüz milyon, beş yüz bin ya da beş yüz yıl kadar sonra, aradan belki yüzlerce, binlerce büyük topluluk savaşları olduktan, teknoloji kıyametleri yaşandıktan sonra; geride kalan salih insanlardan bir topluluğa Allah yeni bir evrenin yaratılışına şahitlik nasip etti.
Bu yeni evrene, bizim evrenimizden farklı olarak yeni bir boyut eklenmişti. Bu boyut, hakikat ve doğruluk boyutuydu. Eğer birisi bu yeni evrende hakikati manipüle edecek bir şey yapsa, bir davranışta bulunsa ya da bir söz söylese, bu yapılan yanlış görünür oluyordu. Örneğin karşıdaki size yalan söylüyorsa o karşıdaki kişi yaklaşılmaz bir hale geliyordu. Sanki her insanda hissedilen mavi berrak bir alan var, yalan söyleyince turuncu ve etrafında kötü kokan bir alan meydana geliyor, ilgili duyu organımız bunu algılıyor ve o kişi yaklaşılmaz bir hal alıyordu.
Yeni evrendeki yaşadığım gezegen, yemyeşil, tertemiz, hiçbir hakikatin manipüle edilemediği bir yerdi. Yalanın olamayacağı bu memlekette, kötülerin kötülüğü ise ancak gerçeği sahiplenip gizlemek şeklinde olabilmekteydi. Hakikat adına olabilecek kalbi hastalıkları ancak hakikatleri halktan gizlemek, belki emtiayı stok etmek, koleksiyon hastalığı ya da hakikati gizleyerek hakikatin akışına hükmetme, kontrol altında tutma gibi duygularlaydı. İşte oranın devlet yetkilileri, böyle bir durumu fark etti. Birine ait bir kalede saklanılan bir şeyden şüpheleniliyordu. Fakat o şeyin ne olduğu bilinmiyordu. Bende bu ülkede görevlendirilmiş devletin istihbarat görevlisi olarak çalışmaktaydım. Gelen istihbarat üzerine, beni o kaleye sızmak ve sakladıkları şeyin tam olarak ne olduğunu keşfetmek üzere görevlendirdiler. Yüksek duvarlı o kaleye uzun yürüyüş içeren bir yolculuk sonrasında vardım. Kalenin zayıf noktasından içeri girdim. Üzerimde dikkat çekmeyecek, yüzümü belli etmeyecek bir kıyafet vardı. Aradığım şey bir kütüphane odasındaydı. Kütüphane odasına sessizce girmeyi başardım. Kütüphanenin içinde kimse yoktu. Kütüphane bizim bildiğimiz raflarında kitaplar olan bir kütüphane değildi. Bu kütüphanedeki bilgi türü farklıydı. Bilemiyorum, belki o evrene ait bir şeydi, ya da o evrende sadece kaleye ait bir şeydi. Masalar vardı sadece. Ortasında yarısı masaya gömülü cam küre olan, açık gri taştan yapılmış masalar. Her kürenin içinde canlı bir manzara vardı konusuna göre. Kimisinde kış, kimisinde yaz, kimisinde bahar…
İlk olarak içinde hareket eden bembeyaz kar manzarası gördüğüm küreye yaklaştım. Sallayınca karlar yağan hediyelik küreler gibi değildi görüntüsü. Sanki gerçekten kış, kar tipisi olan bir yere küreden bakıyormuş gibi canlıydı. Küreye dokundum.
Bir memlekette bir çocuk dünyaya geldi. Fakir bir ailenin çocuğu olarak çok zorluklar, sıkıntılar çekerek büyüdü; genç adam oldu. Bir kızı sevdi. Zor bela çalışıp, çabalayıp evlendi. Çocukları oldu. Kurak ve soğuk o memlekette, ocağı sönmesin diye geçim dertleriyle boğuştu, çalıştı. Çocuklarını büyütmek için uğraştı. Türlü türlü sıkıntı ve belalarla uğraşırken yaşlandı. Bir gün hastalandı ve öldü.
Evet, öldüm. Öldüğüm anda kendimi beyaz kış temalı kürenin önünde buldum. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Çünkü, koca bir hayat yaşamıştım. Kalbim bu kadar kısa sürede, bu derece yoğun duygulara maruz kalmıştı. Duyguları işlemeye, sindirmeye, anlamaya, hayat tecrübelerimle birleştirmeye, gerçek hayatımdaki anılarımla kıyaslamaya çalışıyordu kalbim. Hayretler içerisindeydim. Daldığım duygu deryasından kendimi toparlayıp, heyecanla önümdeki masadaki diğer küreye dokundum. Bu küre bahar temalı, yeşil manzaralı küreydi.
Mutlu bir yuvada bir çocuk dünyaya geldi. Çocuk ailesi ve kardeşleriyle eğlenerek büyüdü. Genç oğlan oldu, sevdiği kızı buldu evlendi. Mutlu yuvasında üç güzel çocuğu oldu. O sıcacık yuvasında çocuklarını büyütüp eğlenirken, yaşlandı ve öldü.
Öldüğümde yeşil kürenin önünde buldum kendimi. Yine duygularla dolmuştu kalbim. İki kürede yaşadığım hallerin farkındalığı bende sürekli yeni farkındalıklar meydana getiriyordu. Hakikati idrak etme adına muazzam bir aydınlanma yaşıyordum. Öyle şeyler fark etmiştim ki, bu farkındalık Allah’ı anlatan irfanla doldurdu dimağımı.
Bir aralık gözüm masanın ayaklarına ilişti. Küreler, taş masaların dört ayağıyla kalenin altında bulunan, ruhu/bilinci ilgili zaman ve mekâna bağlayan, bir tür evren bağlantı ya da evren açma cihazına bağlı olduğunu anladım. Kürelerde yaşadığım hayatları düşününce, içinde yaşadığım evrenin gerçekte ruhumun yaşadığı yer değil, alt bir evren olduğu düşüncesi oluştu.
Çünkü ne kürelerdeki hayatlarında olduğu gibi hakiki hayatı keşfetmeye fırsat bulamadan öldüğü bir yerdeydi, ne de geldiği yeri bilemediği, doğumla kapatılmış bir hayat başlangıcı vardı. Başlangıç mı? Başlangıcı düşünmeye başladığı anda kendimi gölgedeki derviş olarak oturur vaziyette buldum. Üzerimde hatırlayamayacağım kadar uzun bir hayatın yorgunluğu olan bir derviş. Yeşil memleketten uyanışımı düşünerek iç çektim. Artık hakikate uyanma zamanının geldiğini farkettim. Evveli düşünürken hakikate uyanmak üzere ayağa kalktım. Hakikate uyandığım anda kendimi İstanbul’daki evimde, yatakta buldum.