Yazımıza Rene Guenon’dan bir alıntı ile başlıyoruz.
“Mükemmel olandan mükemmel olmayanın çıkamayacağ açıktır. Zira, bunun mümkün olması için Mükemmel’in mükemmel olmayanı ilkesel olarak içermesi gerekir ki o zaman da o, Mükemmel olamaz. Dolayısıyla, Mükemmel’den mükemmel olmayan (bir şey) çıkamaz; o halde, o ancak hiç (ex nihilo)”ten yaratılıştan hasıl olabilir. Fakat, bir şeyin “hiç”ten gelebileceği ya da başka bir deyişle, hiçbir ilkesi olmayan bir şeyin var olabileceği nasıl kabul edilebilir? Zaten ex nihilo yaratılışı kabul etmek, yaratılmış olan varlıkların sonunda yok olacaklarını kabul etmek olur, zira bir başlangıcı olmuş olanın bir sonunun da olması gerekir ve hiçbir şey, böyle bir varsayımda ölümsüzlükten söz etmekten daha mantıksız değildir. Ancak, yaratılışın böyle kavranılması (zaten) bir saçmalıktır, zira böyle bir şey aklı başında olan hiç kimsenin reddedemeyeceği nedensellik ilkesine ters düşer ve Lükres ile birlikte Ex nihilo nihil, ad nihilum nil posse reverti diyebiliriz.( * Hiçlikten hiçbir şey meydana gelmez ve hiçbir şey hiçliğe dönüşmez.)”
İlkesi olmayan hiçbir şey var olamaz, ancak bu ilke nedir? Ve gerçekte tüm şeylerin yalnızca bir tek İlkesi mi vardır? Evrenin bütünselliğinin, her şeyi içerdiği çok açıktır, zira tüm parçalar “Bütün”de (le Tout) içerilir. Öte yandan, Bütün zorunlu olarak sınırsızdır, zira sınırlı olduğu varsayılırsa bu sınırın ötesinde bulunan (bir şey) Bütün’de bulunmamış olur, dolayısıyla böyle bir varsayım saçmadır. Sınırı olmayana Sonsuz denilebilir ve her şeyi içerdiğine göre, bu Sonsuz her şeyin ilkesidir. Zaten Sonsuz zorunlu olarak bir tanedir, zira birbiriyle özdeş olmayan iki Sonsuz birbirini olumsuzlar; dolayısıyla, buradan şeylerin tümünün sadece bir tek İlkesi olduğu ve bu İlke’nin de -Sonsuz olan zorunlu olarak Mükemmel olacağından Mükemmel (le Parfait) olduğu sonucu çıkar.
Dolayısıyla, Mükemmel olan yüce İlke’dir, ilk Neden’dir; o her şeyi bilkuvve içerir ve her şeyi o yaratmıştır; fakat madem ki sadece bir tek İlke vardır, alışılagelmiş olarak Evren’de var oldukları kabul edilen Var olan ve Var Olmayan, Ruh ve Madde, İyi ve Kötü gibi tüm zıtlıklar ne olacaktır? Burada en başta sorulmuş olan soru ile (mükemmel olan Tanrı’nın nasıl olup da mükemmel olmayan varlıklar yarattığı sorusuyla -ç.n.) karşı karşıya bulunuyoruz ve bu soruyu şimdi daha genel bir tarzda ifade edebiliriz: Nasıl olmuş da Birlik (Unite), İkiliği üretebilmiştir?
Bazıları -birbirine zıt olan- iki ayrı ilkenin varlığını kabul etmek gerektiğini zannetmişlerdir; ancak daha önce söylemiş olduğumuz husus bu varsayımın bir kenara atılmasını sağlar. Aslında, böyle iki ilke var olduğunda bunların ikisi birden sonsuz olamaz, zira o zaman ya birbirini olumsuzlarlar ya da birbiriyle özdeş olurlar. Şayet sadece biri sonsuz olursa o (sonsuz olan) diğerinin ilkesi olur; nihayet, şayet her ikisi de sonlu olurlarsa o zaman da gerçek ilkeler olamazlar, zira sonlu olanın kendiliğinden var olmuş olabileceğini söylemek bir şeyin “hiç”ten gelebileceğini söylemek olur; değil mi ki, sonlu olan her şeyin -kronolojik olarak değilse bile mantıksal olarak- bir başlangıcı vardır. Dolayısıyla, bu sonuncu durumda, -sonlu olmaları nedeniyle- her ikisinin de sonsuz olan ortak bir ilke-den gelmeleri gerekir ve böylece tek bir İlke’nin var olduğu hususuna gelmiş oluyoruz. Zaten, alışılagelmiş olarak, ikilikçi (dualiste) oldukları kabul edilen pek çok öğreti aslında sadece görünüşte öyledirler. Zerdüşt dininde olduğu gibi Manikeizm’de de ikilikçilik gerçek bâtini (ésotérique) Birlik öğretisini örten- salt zahiri (exotérique) bir öğretiydi: Ahuramazda ve Ehrimen, her ikisi de Zervane-Akerene tarafından meydana getirmişlerdi ve zamanın hitamında onunla kaynaşacaklardı.
Dolayısıyla, İkilik zorunlu olarak Birlik’ten ürer, zira kendi başına var olamaz; ancak İkilik nasıl üretilebiliyor? Bunu anlayabilmek için, ilk önce, İkiliği en az özelleşmiş veçhesiyle-yani “Var Olan” ve “Var Olmayan” (L’Etre et le Non-Etre) zıtlığı açısından- ele almamız gerekiyor; her ikisi de zorunlu olarak “(tam) Mükemmel”de (Perfection totale) içerildiklerine göre, öncelikle bu zıtlığın ancak zâhiren var olabileceği açıktır. Dolayısıyla, yalnızca ayrımdan (distinction) söz etmek daha yerinde olur. Fakat bu ayrım nedir? Gerçekte bizden bağımsız olarak (bir) ayrımlanma var mıdır ya da bu ayrım sadece bizim eşyaya bakış tarzımızın bir sonucu mudur?
Şayet, “Var Olmayan”dan (Non-Etre) sadece “hiçlik” (néant) anlaşılıyorsa ondan söz etmek boşunadır, zira “hiç” olan bir şey hakkında ne söylenebilir. Ancak, “Var Olmayan” var olmak imkânı olarak kavranılırsa iş tamamen değişir. O zaman Varlık -bu şekilde kavranılan- “Var Olmayan”ın tezahürü olur ve “Var Olmayan”da kuvve halinde içerilir. Bu durumda “Var Olmayan” ile “Var Olan” arasındaki bağıntı tezahür etmemiş olan ile tezahür etmiş olan arasındaki bağıntıdır ve tezahür etmemiş olanın ilkesi olduğu- tezahür etmiş olandan yüksek olduğu söylenebilir. Zira o tüm tezahür etmiş olanı ve ona ilaveten tezahür etmeyeni ve de hiçbir zaman etmemiş ve etmeyecek olanı da, kuvve halinde içerir. Aynı zamanda, burada gerçek bir ayrımdan söz etmenin mümkün olmadığı da görülmektedir, zira tezahür etmiş olan “tezahür etmemiş olan”da ilke olarak içerilir. Ancak, “tezahür etmemiş olan”ı doğrudan kavrayamayız, onu ancak “tezahür etmiş olan” vasıtasıyla kavrayabiliriz. Dolayısıyla bizim için bu ayrım vardır, fakat sadece bizim için vardır.
“Var Olan” (Etre) ve “Var Olmayan” (Non-Etre) şeklindeki İkilik için bu böyle olunca, İkiliğin tüm diğer veçheleri için de bunun haydi haydi böyle olması gerekmektedir. Özellikle modern zamanlarda pek çok felsefi sistemin -sarsılmaz bir temelmişcesine- üzerine bina edilmiş olduğu Ruh ve Madde ayrımının ne denli yanılgısal olduğu daha buradan bile görülmektedir. Bu ayrımlama olmadığında tüm bu sistemlerden geriye hiçbir şey kalmaz. Üstelik, yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, İkilik “Üçlük”süz olamaz, zira şayet yüce İlke, farklılaştığında -aslında, sadece bizim onları değerlendiriş tarzımızdan dolayı ayrı olan- iki ögenin oluşumuna yol açıyorsa bu iki öge ve bunların ortak İlkeleri bir “Üçlü” (Ternaire) oluştururlar. Öyle ki gerçekte, asıl Birlik’in ilk farklılaşmasından doğrudan oluşan “Üçlük” tür yoksa “İkilik” değildir.”
Kadim Bilgiler ve Bazı Modern Yanılgılar- Rene Guenon
Guenon’dan yaptığımız bu alıntı, yaratılışın hikayesini kısmi olarak bize anlatmaktadır. Biz burada sonradan ortaya çıkan ikiliği gözlemlemekteyiz. Bu ikiliği Guenon Var Olan ve Var Olmayan şeklinde ele almaktadır. Bu ikilik bize düalitenin de kapılarını aralamaktadır. Bütün bir yaratılış bu ikilikten meydana gelmektedir. Biz bu iki terimi, Kur’an tabiri ile ele alacak olursak bu iki tabir, Yokluk ve Varlık ikiliğidir. Yaratılış bu ikilikten meydana gelmektedir. Alıntıda Yokluk’un Varlık’ı kapsadığı da açıktır. Zira Yokluk Varlık’ın ilkesi, bütün Var Olacakları içermektedir.
“O, gökleri ve yeri yokdan var edendir. Onun nasıl çocuğu olabilir? Onun bir eşi de yokdur. Her şey’i O yaratmış ve O, her şey’i hakkıyle bilendir.”
Enam Suresi -101.Ayet
Ayette Bedi ismi ile anlatılan Yoktan var etme Guenon’un açıkladığı pasajda bulunmaktadır. Yokluk Varlık’ın kaynağı durumundadır. Burada bu iki kavramı daha detaylı inceleme niyetinde değiliz. Bu konuyu erteleyerek bir başka noktaya odaklanacağız. Üzerinde durmayacağımız ikinci konu ise Yokluk ve Varlıktan önce yaratılan olan Nur-u Muhammedi konusudur. Peki odaklanmak noktamız nedir? denilecek olursa; Risale-i Nur’dan bir pasaja değinmek istiyoruz.
“Elhâsıl, vücut kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücut âlemleri ‘Elhamdülillâh, elhamdülillâh’ ve bütün adem âlemleri ‘Sübhânallah, sübhânallah’ derken ve ihâtalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken, birden meleklere imanın bir meyvesi tecellî eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.”
11.Şua, 11.Mesele
Risale-i Nur’da bu iki alemin zikirleri verilmiş. Varlık için “Elhamdülillah”, Yokluk için ise “Subhanallah”.
Bu konuyu burada bekleterek Risale-i Nur’dan bir başka küçük bir parantez açacağız.
-Başta Bismillah zikirdir.
-Ahirde, Elhamdülillah şükürdür
-Ortada fikir ise, mevcut nimetlerini üzerinde tecelli eden Esma-i İlahiye’yi okumaktır.
Bu üçlemeyi Risale-i Nur’da okuyunca hep namazdam sonra yapılan tesbihat ile ilişkilendirme gayreti güderdim ama bir türlü oturmuyordu. Otursa ne de güzel denk gelirdi halbuki. Yukarıdaki üçleme ile namaz sonu tesbihat zorlama gayretleri ile şu şekilde olurdu.
-Allahu Ekber( Başta zikir)
-Subhanallah (ortada fikir tenzih etme)
-Elhamdülillah (Ahirde şükür)
Oysaki namaz sonrası tesbihatın dizilişi bu şekilde değildir. Başka bir mana var olmalıydı burada.
Açtığımız küçük parantezi burada kapatıyoruz. Zira niyetimiz az çok anlaşılmıştır.
Risale-i Nur’da Varlık ve Yokluk alemlerinin zikirlerini tekrardan hatırlarsak ve namaz sonrası tesbihat ile ilişkilendirirsek;
Yokluk → Subhanallah
Varlık → Elhamdülillah
Herşeyi Yaratan’ın zikri → Allahu Ekber
“Düalite başladıktan sonra Yaratılış’ın yatay boyutu, dikey bağlantısını sağlayacak bir şey çıkıyor ortaya Allahu Ekber.”
“ Düalitedeki en büyük söz Allahu Ekber’dir”
(Bu alıntılar Sonsuzluk-4 yazımızdan.)
İşte bu sıralama olunca namaz tesbihatının sıralaması tam oturmuş oldu. Namaz sonrasındaki yaptığımız tesbihatta
33 defa Subhanallah
33 defa Elhamdülillah
33 defa Allahu Ekber
diyoruz. Yani bir manada hem yaratılanın hem potansiyel olarak yaratılacak olanın ve cümle yaratılmamışın zikrini etmiş bulunuyor ve bunu da nihayette bütün bunları Yaratan’ı zikrederek zikrimizi bitiriyoruz. Bu perspektiften bakınca bu zikir ne de yüksek bir zikir oluyor. Hayli ilginçtir ki, bu üçlü zikri bizlere getiren Yokluk ve Varlıktan da önce, ilk yaratılan Nur-u Muhammedi’den başkası da değildir. Selam ve salat onun üzerine olsun…
1 Comment
Amin inşallah.
Çok faydalı bir yazı oldu. Çok teşekkürler. Başlangıçta anlamak zorladı ve sonu su gibi aktı.