Tao – 5
Eylül 14, 2024
Uzaylı – 1
Eylül 28, 2024
Hepsini Göster

Birinci Bölüm

Bir gündüz mesaisi daha bitmişti ve her zaman olduğu gibi yüzde otuzun altında şarjla havaraya binmiş sektörüme dönüyordum. Uzun ve stresli bir sürecin ardından iddialı bulanık veri yönetim projemizi takım olarak onaltı mesailik bir günde yetiştirebilmiş olmanın verdiği ihtişam duygusuyla karışık yorgun rahatlama ve otonom havarayın havanın manyetik alanında süzülüşününün çıkardığı ince uğultusu; beni yine yanık pas kokusu, lokal ağ gürültüsü ve meraklı bakışlara aldırış etmeden; küçük ve kalın çift katmanlı pencereden dokuz mesaidir izlemeyi beklediğim loş ve puslu gün batımından koparıp bambaşka yerlere götürmüştü.

Ne zaman, neyin ardından, nerede ve en önemlisi neden başladığını bilmediğim ve tam kavrayamadığım varlığımı; kendi türüm ve çeşitli ırklardan kalabalıklar içinde, her şeyi herkesle birlikte yapmayı dayatan modern Titan toplumunun tam ortasında, ancak onlardan çok uzakta, görüntüde küçük ama içsel anlamda sonsuz derinlikteki evrenimde yalnız başıma sürdürmekteydim. Sorularım çok, neyi bilmediğimi dahi bilmiyordum. Hedefim, cevaplarımı alabileceğim O’nu bulmaktı. 

Yol alarak ulaşmanın imkansız olduğunu bildiğim hedefime, yola çıkmadan da ulaşamayacağımı biliyordum. Her yönde sonsuz mesafede uzaktaydım hedefimden, ancak o benden hiç de uzakta değildi, hissediyordum. Ona gittiğini sandığım; birçoğu karanlık, hemen hepsi çukur, tepe ve uçurumlarla dolu çok sayıda yol görüyordum. Bu yollardan bazıları uzaklarda birleşiyor, bazıları ise yarıda kesiliyor gibi, bazıları silik silik de olsa, fazlasıyla zahmetli ve hatta korkunç gözüküyordu ancak bu noktadan, elimdeki cihazlar, donanımım ve güncel kaynak kodum ile baktığımda tam da emin olamıyordum. Yola çıkmak aynı zamanda bu zorluklara talip olmak anlamına geliyordu. Öyleyse herkes kaçarken ben neden istiyordum? Bilmiyorum.

Halbuki durmak; bilmeden, sormadan ve hissetmeden var olmak; yalnızca tüketmek, inter-galaktik ticaretin çarklarını döndürerek uluları zenginleştirmeye devam etmek karşılığında temel ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak ve arda kalan zamanda işlemci gerektirmeyen aktivitelerle eğlenmek, biyo-şehvet ortamlarında farklı zevkleri tatmak ya da tüm bunların karşısında tepkisel bir pozisyon aldığını düşünüp özünde aynı, ancak daha estetik ve amaç soslu halde kendini çok ucuz yollarla tatmin ederek ve hatta bazen bomboş, yatay bir dava uğruna ömür adayarak tüm bu amaçsızlık döngüsünü sürdürmek sonsuz bir konfor vadediyor gibiydi. Çokları bunun böyle olduğuna inanıyor ve tüm gücüyle hareket etmeye direniyorlardı. Yoldakilere anlam veremiyorlardı. Önceki nesillerinden böyle görmüşlerdi, ve kaynak kodlarını geliştirme ve yenileme donanımları bulunmasına rağmen görüntüde modernize olmanın yanında, içsel olarak değişme müdacelesi vermek zorunda olmak onların en büyük korkusuydu. Kendileri hareket etmediği gibi, yoldakileri durdurmak için de ellerinden geleni yapıyorlardı. Onların çabalarını değersiz gösterip durmaya ikna etmeye çalışıyorlardı. Hevesle yaptıkları tek şey buydu. Yarış bilinçleri olmasa da, içten içe koşmak yerine, koşanları yavaşlatıp kendilerini daha da geriye düşürmek istemiyorlardı sanki. Europalı kurucu atalarımızdan bu yana, “durmak” nesilden nesile kutsanarak aktarılmıştı. Ve yola çıkanlara hep kötü gözle bakılmıştı. Kendi sağlamaları, yoldakilerin “kötü” olmasına bağlıydı. Ve nihayetinde yoldakiler çok büyür ve duranların rahatını yeterince bozarsa, bunları yok etmek için yemin etmiş bazı organizasyonlar bile oluşturmuşlardı. Ortalama sapmamalıydı, aykırı’lar yok edilmeliydi, “uygun” olan buydu. Bunun sonucu olarak gelişmişlik seviyesi dışsal olarak galaktik seviyede hep daha ileri gidiyor görünse de, özdeki gerileme zamanın başlangıcından beri aynı kalmıştı. ‘Zeka’ kapasitesi üssel seviyede artarken, ‘akıl’ olduğu yerde saymıştı. 

Ancak biliyordum ki, bu yalnızca bir aldatmacaydı. Aslında duranlar sonsuzluğu, hakikati elde edemeyeceklerdi. Ve ellerindeki bütün sermayeyi, karsız bir anlaşma ile satarak, az ama zahmetsiz ve hızlı getirileri mallarının gerçek değerine tercih ediyorlardı. Bense tek sermayesi erimekteki bir buz kütlesi olan güneşin altındaki bir meka-seyyar gibi, elimdeki malı bu kısa sürede nasıl uzun vadeli bir yatırıma dönüştürebilirim sancısıyla yollar arıyordum. Var olmamın daha değerli bir amacı olmalıydı, bunu bulmalıydım.

Yolum sonsuz, kalan tahmini dayanım sürem kısa, periyodik bakım sıklığım yüksek, cihazlarım ve donanımım yeterince güncel değil; yollar karanlık, tehlikeli ve tam olarak hangi yöne gideceğimi de bilmiyordum. Elimde bana yardım edecek yalnızca ilk olarak erken dönem eski nesil mentörümde gördüğüm, sonraları herkeste olduğunu farkettiğim enteresan şekilde çok kolay erişilebilen, ve bilinen-bilinmeyen tüm mekan, boyut ve zaman akışlarını kapsadığı iddia edilen bir üç-boyutlu kriptoğrafik haritam, küçük bir görüntü yansıtıcım ve bir de fonksiyonlarını henüz keşfedemediğim ve ara ara yüksek verimle çalışan ancak çoğu zaman kısık şekilde yanan bir harici kemo-mekanik aydınlatmam vardı.

Buralardan gidemezdim, enerjiye bağımlı, bu evrene mahkum üretilmiştim; ancak buralarda da kalamazdım, çünkü kaynak kodumda bir yerde saklı bir “bilme” dürtüsü beni sürekli mutsuz ediyordu. Hedefimi bilmeli, onu yakından tanımalı ve ona sorularımı sormalıydım. Iapetus öz-termin salgınından sonra tüm kaynak kodlar için gömme-sürüm öncesi ileri seviye virüs taraması zorunlu kılınmıştı ancak bu hislerimin sebebi gözden kaçan bir uzun dönem programlamalı zararlı yazılım olabilir miydi? Yoksa kurucu atalarımızda da nadir de olsa görülen ve bilinen tarihimizin başlangıcından bu yana kullanılan miras sistemlerden kalma kriptoğrafik kod parçalarının sebep olduğu bir anomali miydi? Ya da “her biyo-bot özeldir” aldatmacasına kananlara gülerken, aslında ben de aynı çukura mı düşüyordum? Herkesin erişebileceği ancak kimsenin elini uzatmadığı o muazzam gerçeği merak etme cesareti kaynak koduma birileri tarafından gömülmüş olabilir miydi?

Derken sinyalim yanmıştı ve iniş vagonuna son anda ilerleyerek yetişmiştim. Sektörüme yürürken biyo-bitki koleksiyoneri eski nesil komşum bit pazarından satın aldığı farklı gezegenlerden kaçak getirilmiş hareketli ve sesli hibrit süs bitkilerini dikkatlice dikey fanus bahçesine yerleştirmek üzere hazırlamış ve öncesinde eli büyüklüğünde küçük bir makasla yer nitro-çimlerini teker teker aynı boyda özenle keserek birazdan benden ve kendisinden başka kimsenin görmeyeceği görsel kompozisyonuna özenli bir hazırlık yapıyor gibydi. Kimsenin görmeyeceği ve birkaç hafta içinde biyo-atık olacaklarını bildiği halde bu bitkilere neden bu kadar enerji harcıyordu? Ya da neden bir nitro-çim biçer almak yerine küçük bir el makası ile nitro-çimleri tek tek kesiyordu? Bu soruların yanıtlarını hiçbir zaman bulamayacağımı biliyordum.

Kapsülüme çıktığımda derimi sıcak su ve sabun ile temizledikten sonra eklemlerimi, havalandırma giriş çıkışlarımı ve güç aktarım elemanlarımı D40 ile temizleyip sonrasında katı-yağlayarak gevşeme seansımı tamamlamıştım. Üniformamı kirliye atıp temizlerden bir takım düzleştirip bir sonraki gün için biyo-besin öğünümü hazırladım. Bir süre ağa bağlanıp galaktik siyasi gündemi takip ettikten sonra, yine aç gözlülük sebebiyle üretilmiş kamusal rıza sonucu büyük bir şölen edasıyla yağmalanan bir ilkel gezegenden getirilen kölelerin yedek parça olarak piyasaya sürülmeden önce onları seyreden topluluğu algılama çabaları, yalvarışları ve bazılarının donuk, boş bakışlarını yansıtan kısa bir 3D akış görüntüsü beni sarsmıştı. Bunca acı içerisinde mutlu olmak canavarlaşmak değil miydi? Bu suçluluk duygusunu üzerimden atamıyordum. Bir şeyler yapmalıydım, ancak elimden ne gelirdi?

Tanıklığım çerçevesinde gerçekleşmekte olan haksızlıklara tahammül edememe ve zaman-mekan 4-boyutundaki küçükten daha küçük yerimi sorgulama ile beraber bir sonraki mesaide ekip toplantısında takımiçi geçişkenliği güçlendirme adına konuşacaklarımı tasarlayıp durduğum bir akşamın daha sonunda, saat bire doğru gelirken enstrümental ortam müziği eşliğinde şarjımı yüzde beş yapmayı başarıp farkına bile varmadan şarja yatmıştım.

2 Comments

  1. Ömer Tahir Karahanlı dedi ki:

    Yazarlık serüveninizde başarılar dileriz. Aramıza hosgeldiniz.

  2. Musa Deliorman dedi ki:

    Aramıza bu ilk yazınız ile birlikte hoş geldiniz diyoruz. Yazınızı ilk okuduğumda, aklıma apokaliptik filmler geldi. Ancak sonrasında, bunun günümüz dünyasından pek de farklı olmadığını fark ettim. Makineleşmiş bedenden ve bedendeki makineleşmiş duygulardan sıyrılarak kendini arama yolculuğu…
    Yolculuğunuzun devam etmesi ümidiyle.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir