Zaman Tespiti-2
Ağustos 24, 2024
Tao – 5
Eylül 14, 2024

Yazı dizisinin ana fikri, göksel hakikatin farklı zaman ve coğrafyalarda ortaya çıkmasıydı. Bu sebeple kısmi zahiri olan benzerlikleri eski yazılarımızda sunmuş ve bu yazı dizimizde de daha derindeki bir bağlantıyı İbn Arabi ve Taoizm üzerinden göstermeye çalışmıştık. Bu yazımızda, tezimize bir katman daha ekleme niyetindeyiz.

Risale-i Nur’da 8. Söz’de anlatılan temsili bir hikaye vardır. Aslandan kaçarken kuyuya atlayan adamın hikayesidir anlatılan hikaye. Susuz kuyuya atlayan adam kuyudaki bir ağaca denk gelir. Ağaç ise incir ağacıdır. Aynı hikayeyi anlatan Tolstoy’da da hikaye büyük ölçüde aynıdır lakin kısmi farklılıklar vardır. Tolstoy’un hikayesinde kuyuya düşen adam, ağaçtaki petekten damlayan balı yer. Buradaki merak konusu nasıl iki farklı coğrafyadaki iki kişi aynı benzer hikayeyi anlatır? sorusudur. Bu hikayenin yolculuğu daha eskilere dayanmaktadır. Orta Çağ Avrupa’sına 11. asırda geçen hikaye Arapçada Bilawar ve Yudasaf adıyla biliniyor. Gürcü versiyonunda ise aslan yerine fil, kuyu yerine uçurum vardır. Öyle ki hikaye Buda’ya kadar dayandırılır. Buda, Bediüzzaman ve Tolstoy aynı kadim hikayeyi anlatıyorlar. Buna ek olarak, Bediüzzaman bu hikayenin aslının Suhuf-u İbrahim’e dayandığını söyler. Bu örnekte tek başına tezimizi güçlendirmeye yeter bir örnektir ama vereceğimiz asıl örnek bu değildir.

Risale-i Nur’da bu nevden pek çok göndermeler, hakikatler bulunuyor. Bizim ana konumuz ise bir önceki yazımızda İbn Arabi ve Taoizm’deki benzerlikler idi. Biz de bu pencereden Risale-i Nur’a bakmaya gayret göstereceğiz ve Taoizm ile ilgili Risale-i Nur’da bir şey bulabilir miyiz? sorusunun cevabını arayacağız. Bilindiği üzere Taoizm’de anahtar kavramları iki önceki yazımızda ele almış ve 4. madde olarak 10.000 nesneden bahsetmiştik. Bu 10.000 nesne yaratılış ağacının üzerinde bulunan kovuklardı. Risale-i Nur’da bu kavramlara denk düşen bir bölüme rastladık.

 

“İKİNCİ TEMSİL: Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere, kâinatın hakaikine misal olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını kâinata bir misal-i musağğar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onunla göstereceğiz. Şöyle ki:

 

Şu ağacın lâakal on bin meyvesi var. Her bir meyvesinin lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti, her dalın başında, her bir meyvenin içinde, her bir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-u emrî ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsaydı, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor.”

 

Risale-i Nur okuma programlarında yaptığımız aramada, “10.000 meyve” kelimesi sadece bir defa yukarıda alıntıladığımız 32. Söz’ün ikinci mevkıf bölümünde geçmektedir. Bu herhangi bir rastgele kullanım mı? diyerek, telefon uygulamasından bu aramayı yaptık fakat başka hiçbir bölümde “10.000 meyve” tabiri geçmemekte. Bediüzzaman da Taoizm’deki gibi kainatı bir şecereye benzetiyor. Bu şecereye benzetme, zaten evrensel bir benzetme olduğundan bunu normal karşılarken, dikkate şayan nokta ise “10.000 meyve” tabirdir. Taoizm’de ise bu kavram 10.000 nesne ile anlatılmıştır. Taoizm’de yine Rahmani Rüzgar görünemez ve bilinemezliğe işaret ve kovuklardan çıkan seslerin kaynağı olurken, alıntıladığımız bölümde

“ Bir cilve-i irade-i ilahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbani ile şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti…

..çünkü gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerdeve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor hiçbir eseri görünmüyor

Buradaki anlatım Rahmani Rüzgara benzer bir anlatımdır. Görülememesi ve izinin farkedilememesi lakin seslerin kaynağı olması yönüyle bilinebilmesi. Bu benzerlikler burasıyla da sınırlı kalmıyor. Aşağıda vereceğimiz bölüm ise düaliteden çıkışı, zıtların birliğini gösteren bölüm olarak karşımıza çıkmakta.

 

“BİRİNCİ REMİZ: Sualde diyor ki: “Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?”

 

Elcevap: Şu sual sahibi, hakikî kemâli bilmiyor, yalnız nisbî bir kemâl zannediyor. Halbuki, gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar hakikî değiller; nisbîdirler, zayıftırlar. Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ, sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir. Onlar gitse, bunlar da azalır. Halbuki, hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. Lezzet-i vücut ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i bekâ ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemâl-i zât ve kemâl-i sıfât ve kemâl-i ef’al gibi bizzat meziyetler, gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

 

İşte, Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler.

 

İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif Cürcanî Şerhu’l-Mevâkıf’ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemâldir. Çünkü kemâl mahbub-u lizâtihîdir.”1 Yani, ne şeyi seversen, ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemâl olduğu için seversin. Eğer kemâl ise, başka bir sebep, bir garaz lâzım değil; o bizzat sevilir. Meselâ, eski zamanda sahib-i kemâlât insanları herkes sever; onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârâne muhabbet edilir.

 

İşte, Cenâb-ı Hakkın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün merâtipleri ve bütün faziletleri hakikî kemâlât olduklarından, bizzat sevilirler; mahbûbetün lizâtihâdırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habîb-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, hakikîolan kemâlâtını ve sıfât ve esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san’atını ve masnuatını ve mahlûkatının mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyidü’l-Mürselîn ve Sultanü’l-Evliya olan Habîb-i Ekremini sever. Yani, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habîbini sever. Ve kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habîbini ve ihvânını sever. Ve san’atını sevmesiyle, o san’atın dellâl ve teşhircisi olan o Habîbini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı “Maşaallah, bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar!” diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habîbini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlûkatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi’ olan o Habîb-i Ekremini ve onun etbâ ve ihvânını sever, muhabbet eder.”

 

 

İş burada da kalmıyor ve nihayetinde Zat’a ulaşma ile ilgili bölümde sizlerle paylaşıyoruz.

 

“Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe, gayet kemâldeki ef’âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef’âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir.

 

Kemâl-i ef’âl ise, bizzarure, bir Fâil-i Mükemmele ve o Fâilin kemâl-i esmâsına, yani, âsâra nisbeten Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder.

 

İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz şüphesiz, o Fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zira, sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş’et eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.

 

Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe, şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebdeleri, o şuûn-u zâtiyedir.

 

Ve şuûn-u zâtiyenin kemâli ise, biilmilyakîn, Zât-ı Zîşuûnun kemâline ve öyle lâyık bir kemâline delâlet eder ki, o kemâlin ziyası şuûn ve sıfât ve esmâ ve ef’al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve kemâli göstermiş.

 

İşte, şu derece hakikî kemâlât-ı zâtiyenin burhan-ı kat’î ile vücudu sabit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdâda tefevvuk cihetiyle olan nisbî kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın.”

 

Risale-i Nur ve Taoizm arasındaki benzerliği gösterme gayretinde bulunduk. Fakat burada başka bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz iki tarafta da 10.000 nesne/ meyve gibi bir kullanım mevcut Peki bu 10.000 sayısının anlamı nedir?

Devam edecek…

2 Comments

  1. berk dedi ki:

    Çok enteresan bir nükte yakalamışsınız. Fazla bekletmeyin bizi 🙂

    • Ömer Tahir Karahanlı dedi ki:

      İnşallah yakın bir zamanda devam yazımız yayınlanacak Berk bey. İlginiz için teşekkürler. Muhabbetle inşallah…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir