İbn Arabi’nin kendine özgü tam anlamıyla teknik terminolojisinde Allah ile, mutlaklığı bakımından Mutlak olan değil de bunun özel bir vechesi murad olunmaktadır. Gerçekten de mutlak olan Mutlak öyle bir Şey’dir ki buna Allah dahi denemez. Bununla beraber, açık bir isim verilmeksizin herhangi bir şey hakkında da konuşulamayacağından, İbn Arabi de Mutlak’ı kastederken Hakk kelimesini kullanmaktadır ve bu da Hakikat ya da Gerçek anlamdadır.
Böylesine bir Mutlak ya da tek tanrılı dinlere has bir ifadeyle “bizatihi Allah” (hüviyetinin gerektirdiği gibi Allah’ın zatı) hiçbir suretle kavranamaz ve yanına da yaklaşılamaz. Bu manadaki Hakk, beşer zekasının kavrayabileceği her türlü sıfat ve bağlardan münezzeh olduğundan, bize tümüyle meçhul kalır. Beşer, önceden bazı sıfatlarla nitelendirmeksizin ve şu ya da bu suretle kayıtlandırmaksızın herhangi bir şey ne düşünebilir ve ne de onun hakkında konuşabilir. Bu itibarla, kayıtsız şartsız münezzeh olması ve asli tecridi bakımından Hakk, beşerin bilgisine ve idrakine konu olamaz. Başka bir deyişle mutlaklığında kaldığı müddetçe O, bilinmeyen ve bilinemeyecek olan bir şeydir. O, Gayb-ı Mutlak denilen sırdır.
Hakk, bu anlamda “enkerün nekirat” yani belirlenmemişlerin en belirlenmemişidir, zira ne bir sıfatı ve ne de kendi zatının yanında herhangi bir bağıntıyı haizdir fakat “enkerün nekirat” deyimi aynı zamanda pek isabetli olarak bilinmeyenlerin en bilinmeyeni (meçhullerin en meçhulü) anlamındadır. İbn Arabi bu veçhesi bakımından Hakk’a daha sembolik bir tarzda Ama yani Dipsiz Karanlık adına vermektedir.
Dipsiz karanlık (yani lataayyün) halinde bulunan Hakk’ın bundan sonra bizi epey meşgul edecek olan ilahi tecelli bakımından da Ahadiyyet (Teklik) mertebesinde olduğu söylenir. Buraya kadar hiçbir tecelli yoktur ama artık O’ndan tecellini zuhuru beklenmektedir. Bu, henüz daha başlamamış olan tecelli faaliyetinin gerçek kaynağıdır ve bu halde halen tecelli vaki olmadığından, ne bir kesret ve ne de böyle bir kesretin gölgesini görmek mümkündür. Bu bakımdan Hakk burada Ahad’dır. Bu özel anlamda Tek kelimesi kesretin bir bütünü demek olan “Bir” anlamında değildir. Bu, karşıtlık kavramının dahi anlamsız olduğu mutlak surette kayıtsız şartsız olan asli ve iptidai saflığa delalet etmektedir.
Ahadiyet hali ebedi sürekli, ebedi bir sükundur. Burada en küçük bir hareket dahi yoktur. Hakk’ın (yani Mutlak’ın) kendinden kendine tecellisi henüz vaki olmaz. Hakkıyla konuşmak gerekirse, biz bu mektebede herhangi bir Zati tecelliden, olumsuz son mertebelerinden geriye doğru, bu mertebeye baktığımızda, Hakk’ın Zati tecellesinin ademinden yani yokluğundan bahsedebiliriz. Hakk’ın tecellisi ancak bir sonraki mertebede kesrette vahdet demek olan Vahidiyet (Birlik) mertebesinde vuku bulmaya başlar.
İbn Arabi’nin Fusus’undaki Anahtar Kavramlar-Toshihiko İzutsu
Taoizm
Lao-Tzu’nun metafiziği Tao’nun olumsuz sıfatlarını zikretmekle işe başlamaktadır. Mesela Tao adsızdır. Mutlak realitesi içinde Tao’nun adı yoktur. Tıpkı bir yiv gibi sonu gelmez, ama kendisine bir ad takmak mümkün değildir. Tao gizli ve adsızdır. Tao’nun adsız olması Tao diye ifade ettiğimiz ismin iğreti bir ad olmasını gerekli kılmaktadır. Lao-Tzu onu zoraki bir biçimde Tao diye adlandırmaktadır çünkü ona herhangi bir ad verilmemiş olsaydı ondan, bir şekilde nasıl söz edilebilirdi ki? Bu husus Tao Te Çing’in meşhur başlangıç cümlesinde açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır.
Uygun bir biçimde Tao diye hitap edilebilen Tao hakiki mutlak manasında olan Tao değildir. Uygun bir biçimde “adlandırılmış olan” “ad” dahi hakiki olan ad değildir.
Bizatihi bilinmeyen ve bilinemez olan Tao adsızdır. Burada da karşımıza gene “isimler” konusunda Konfüçyus-çü tavıra bilinçle baş kaldıran Lao-Tzu çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz daha Lao-Tzu da isimlerden söz etmektedir. Ona göre adsız olan Tao kendini belirlemesi sürecinde çeşitli adlar takınmaktadır.[Buradaki adlardan kasıt tam olarak denk düşmese de esma-i ilahiye işaret eder. Tecelli ile belirlenim kazanması ve isim sahibi olma sürecinden bahsediliyor. Rab isminin ortaya çıkışı gibi.] Mutlak hakikati cihetiyle Tao’nun adı yoktur. O yontulmamış tahtaya benzer. Daha genel bir biçimde ifade edecek olursak hiçbir ad mutlak değildir. Mutlak olan tek gerçek ad mutlak tarafından üstlenilen addır. Bununla birlikte bu mutlak isim de, paradoksal bir biçimde adsız yani “Sırların sırrı”dır. Eğer Tao aşikar kılınırsa o artık Tao değildir. Tao mutlak surette her şeyden münezzehtir.
İki farklı kitaptan Zat mertebesine dair alıntılar yaptık. Yaptığımız alıntıların tamamı olumsuz cümle örnekleriyle doludur. Bunun sebebi ise sonsuzluğun anlatılamaması ve ona bir hudut sınır çizilemeyeceğinden dolayıdır. Bir diğer sebebi ise burada tenzih ile yol alınmasından dolayıdır. Ulaşılan her yerini belirlenim için bu da değildir denilmesindendir. Eğer ona bir sınır çizilebiliyorsa o sınırsız değildir. Tecellisizlik bu olumsuz cümlelere bir örnektir. Taoizm alıntılarında bu sınır çizmeme olayı ise isim üzerinden olmaktadır. İsim vermekte de bir belirlenim yapıldığından yani bir sınır/hat çizildiğinden isimsiz olduğu söylenir. İbn Arabi’den alıntılandığımız bölümde ise Ahadiyet (Teklik) durumundan bahseder. Bu tek oluş tecellisizlik durumuna işaret eder. Burada da bir sureye göz atacağız.
De ki o Allah Tektir.( ayatteki orijinal kelime Ehad kelimesidir.)
Allah sameddir.
Doğurmamış ve doğmamıştır.
Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.
İhlas Suresi
İlk ayette Ehad, hiçbir şekilde bölünmeye ve sayıya ihtimali olmayan tek olanı ifade eder. Vahid ise teke de sayıya da ihtimali olan bir sözcüktür. Yüce Allah Kur’an’da “Bir(Vahid) oluşu” konusunda pek çok delil getirmiştir. Samed, her varlığa ihtiyacı olan şeyleri veren fakat kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan mutlak bağımsız, hiçbir şeye benzemeyen demektir. Diğer ayetlerde Allah Birdir(Vahid) denirken İhlas suresinde Allah Tektir(Ehad) deniliyor. Bunun sebebi nedir? denilecek olursa; burada Allah Zat mertebesi itibariyle anlatılıyor, tecelli öncesi, tecellisizlik durumunda Ahadiyyet durumunda olduğundan sadece O vardır ve bu durum için Tektir denilebilir. Birdir denilmez. Neden birdir denilmez için şunu söyleyebiliriz ki Bir olma durumu, tecelli sonrası durumu anlattığından, tecelli ile kesretin ortaya çıkmasından dolayıdır. Vahid sayıya da ihtimali olan bir sözcüktür demiştik. Zira 1’den sonra 2 gelir ikiden sonra 3 ila ahir. Kesretin oluşması tecelliden sonra ortaya çıktığından burada Bir sözcüğünü kullanabiliriz. Daha açıklayıcı olursak; sayı doğrusu 1’den yayılmaya başlar ve tecelli ile diğer sayılar ortaya çıkar. Bu da bize zorunlu olarak tecellinin 1’den olma zorunluluğunu getirir. 1’den düalite(2 sayısının ortaya çıkmasıdır) ortaya çıkar ve 1 ve 2’nin oluşu 3’ün meydana gelmesine vesile olur ve kesret oluşur.
Surede Zat mertebesi anlatılıyorken nasıl olurda Allah kelimesi yani bir isim kullanılarak anlatılır sorusuna karşılık şu bölümü hatırlatmak yerinde olacaktır.
“Tao gizli ve adsızdır. Tao’nun adsız olması Tao diye ifade ettiğimiz ismin iğreti bir ad olmasını gerekli kılmaktadır. Lao-Tzu onu zoraki bir biçimde Tao diye adlandırmaktadır çünkü ona herhangi bir ad verilmemiş olsaydı ondan, bir şekilde nasıl söz edilebilirdi ki?”
Bu bölümü hatırladığımızda görmüş oluyoruz ki Zat mertebesinden bahsederken Allah kelimesi kullanılmasının gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.
“Sen bu nişanla bil beni, ben bu nişana sığmazam” sözü de bu hakikate işaret eder.
Doğurmamış ve doğurulmamıştır.
Bu ayette yine sonsuzluğun değillemesini görüyoruz. Eğer ki doğrulsaydı bir başlangıcı, sonradan ortaya çıkışı olurdu ki bu da onu sonsuz değil sonlu yapardı. Doğurmamıştır kelimesi ise bir benzerlik olmaması durumuna işaret eder ki bu durumu ileride farklı bir açıdan tekrar ele alacağız. Son ayette “hiçbir şey onun dengi değildir” deniliyor. Bunu da ilk yazılarda verdiğimiz doğru sonsuzluk tanımı ile anlarsak, iki tane sonsuz olmaz sözünü hatırlatabiliriz.
3 Comments
Güzel araştırma ve fikirleriniz için çok teşekkür ederim. Asıl anlatmak istediğiniz konunun yanında, yazınızın genel kurgusu da çok hoşuma gitti. Tenzih sonrası gelen zorunlu teşbih… Bu, her daim yatayda karşılaştığım bir problem. Bir şeyleri samimi yapma derdine düşüp ana yoldan ayrıldığımı görürüm. Aşk emaneti elimden tutmuş beni götürür. “Gerçekten çok istemek bunu gerektirir ve koyduğun sınırı kaldırman gerekir” der. Sonra ise bunun beni ana yoldan çıkardığını düşünüp tıpış tıpış geri dönerim. “Dipsiz bir karanlığa doğru” gittiğimi hissederim. Sonra akıl emaneti sırtımdan tutup geri çeker. Dünya’yı gösterek “Gel birader, abartma da!” diyiverir.
Yani, O’nu (c.c.) hayal edip zihnimde veya kalbimde, sürekli açı değiştirerek bilmeye çalışma serüveni, bu yazınızın kurgusu ile aynı. “Sen bu nişanla bil beni, ben bu nişana sığmazam.” sözü yolumuza ne güzel ışık tutuyor. O güzel dengeyi bize ne güzel sunuyor.
Teşekkürler.
Sonsuzluk konusu ile alakalı olarak, Georg Cantor ve onun Farklı Sonsuzlar ve Sonsuzlar Hiyerarşisi ve Kardinal Sayılar, gibi meselelerine değinme imkanınız olursa bu yazı dizinizle girdiğimiz macera daha da renklenecektir zannediyorum. Güzel ve derinlikli makaleleriniz için sizi tebrik ederim. Ümitlerimizi yeşertiyorusunuz.
Kıymettar okurumuz Berk Bey;
Tevafuğun böylesi denir ya 🙂 15 dakika kadar önce Cantor ve farklı sonsuzlar ile ilgili bölümü Ali Sebetci’nin kitabından okudum. İnşallah gelecek yazılarda ordinaller kardinaller konusuna deginmeye çalışacağım lakin üzerine biraz daha yoğunlaşmak gerekecek. İzafi mutlaklık konusunu farklı bir perspektiften anlatmayı düşünüyordum ama Cantor’un söyledikleri ve anlattıkları üzerinden de bu konuyu anlatmak ilerideki açacağımız konularda bize daha da yardımcı olabilir. Tavsiye ve teşvikleriniz için çok teşekkürler. Esen kalın İnşallah…