O ki, o yüzden varız! Necip Fazıl
Musa genel hatları ile hayalindeki yolu resmetmeye devam ederken en çok sevdiği kısma gelmişti. Bu onun yolunu yıllardır aydınlatan Sutuboğda.com daki şu bölüm idi.
Yaradan, yarattıkları için zamanı başlatmıştı. Melekler, ruhaniler, cinler, İblis yaratılış âleminde yerlerini almışlardı. Her bir zümrenin kendi imtihanı başlamıştı. İlk yaratılan âlemlere rahmet Hz. Muhammed (sav)’in ruhu idi (Nuru Muhammediye). Nuru Muhammediye yaratılmadan evvel hiçbir yaratılmışlık yok idi. İşte bu yokluk, ‘yalnız Allah vardır’ sırrıdır. Bu yokluk birinci yokluktur. Daha sonra Yaradan yarattığı Muhammediye’den yokluk âlemini yarattı. Sen bil ki, yoklukla yokluk âlemi aynı değil. Birinci yokluk mutlak yokluktur ki, bu yokluk Allah’ın ilmindedir. Yokluk âlemi ikinci yokluk ise nuru Muhammediye’den yaratılan yokluk âlemi yani birinci yokluk, nuru Muhammediye yaratıldığında var oldu. Yoksa hem Allah vardı hem yokluk vardı demek ikilik olmaz mı? Tefekkür et. Daha sonra Yaradan nuru Muhammediye’den yokluk âlemini yarattı. İşte o yokluk âleminden yani yokluktan da her şeyi yarattı. 1
Musa: Şu paragrafı okurken yok oluyor gibiyim. İlaç gibi geliyor. Bunu sembolize etmeye çalışmam aslında tam bir cehalet. Ama kendimi de çok cahil gördüğüm için gayret sunma kisvesiyle galiba buna kalkışacağım.
Kahya: Gayretin devam etsin. Attar’ın kuşları gibi biz de yoldayız. Menzile ulaşmak icin niyet ettik. Gayret bizden tevfik Allah’tan. Biz Hakikati Muhammedi’nin kuşlarıyız. Kaybolmayız.
Musa araştırmasını yaparken bir hadis dikkatini çekti.
El-fakru fahri – Hadis-i Şerif (Fakirlik benim övüncümdür)
Sutuboğda’da ki bölüm, yokluğu ile övünmesinin farklı bir okuma biçimiydi adeta.
Musa: Nuru Muhammediye’yi, ilk noktadan yani “yalnız Allah vardır” sırrından küçük bir noktanın ayrılışı şeklinde gösterilebilir. Birinci yokluğun ilerleyişinden sonra ise ikinci yokluk bu nokta ile var olmalı. Burada da başta Valar olmak üzere ruhaniler görünmeye başlar.
Musa: Evvelden bahsetmek o kadar güzel ki. An’da kalmaya vesile kılıyor gibi. “Benim” olmadığım zamanlar. Sanki hayalimdeki gelecekten bahsediyorum değil mi? Yok olmak bunun gibi olsa gerek.
Kahya: Geçmişe gittiğimizi farkettin. Farkındalık ne güzel bir şeymiş değil mi? Çizdiğin daire tam olarak geçmişe gittiğimizi anlatıyor mu peki?
Musa: Hemen onu da ekliyim!
Kahya: Dur gözünü sevdiğim. Herşeyi birbirine katmaktan ne zaman vazgeçeceksin?
Musa: Artık eleştrilerin ve kızmaların beni çok etkilemiyor biliyor musun?
Kahya: Sen çok hızlı ilerliyorsun! Çok yeteneklisin maşallah!
Musa: Estağfrullah. Çok teşekkür ederim
Kahya: Eleştiri etkilemiyor dedin ama ufak bir övgüde bunu kendinden bildin. Buna ne diyeceksin?
Musa: Susmam mı lazımdı?
Kahya: Elbette. “Sadece gerçekte nasıl suskun kalacağını bilen bir kişi gerçekten konuşabilir.”
Suskunluk içebakışın, iç dünyanın özüdür.” (Kierkegaard). Bunu unutmamalısın. Bu arada seslendirmesen de iç dünyanı görebiliyorum benim de burda olduğumu hatırla. Peki hiç duygu, düşünce ve hayallerinde takvalı olmayı duydun mu?
Musa daha sonra hiç etkilenmiyor numarası yaparak, ve yine birşeyleri örterek çizimine devam etti. Anlamak için yeni bir perde koyacağının farkındaydı.
Bu grafiğe Valar’ı koymadan duramayacağını biliyordu. Ulu müzikten her yerde bahsetmek istiyordu. Bu aşamada gök ehli diye tabir etmek istediği Valar’ı sembolize etmek için 14-15 kadar noktayı tesbih gibi dizdi. Onların bu gönülden zikri-ezgisi vesilesi ile nokta, müzik notası şekline dönüşüp yoluna devam edecekti. Bu bir nevi henüz benlikte yokken müzikle akmak gibi. Müziğe gerçek anlamda dahil olduğumuz anı sembolize edebileceğini düşündü.
Müziği bozmaya çalışan Morgoth ise kırmızı bir nokta olarak kendini belli etmiş ve deli divane gibi Nur-u Muhammed noktasını aramıştı. Müziği birçok kez bozmuştu ama farkında olmadan daha güzel bir müziğin icra edilmesini sağlamıştı. Aslında daha özgün bir ritim ortaya çıkmıştı. Noktalar tesbih gibi olan bu halkadan notaya dönüşerek devam ediyordu.
Notalar seyrine 5 paralel çizgi üzerinde devam ediyordu. 5 paralel çizgi, müzik notalarının dizeklerini gösterirken aynı zamanda 5 vakit namaza işaret ediyordu. nokta’nın Nokta’ya yolculuğunda Musa’nın rehberlerinden birisi ise Tahiyyat duasıydı. Konuyla ilgili topladığı Haluk Nur Baki’nin eserlerinden edindiği notlarını açıp tekrar okumaya başladı. (İtalik kısımlar Haluk Nur Baki’ye aittir).
Allah ve Resulü’nün Miraç alışverişinde bir kısım intikaller cümle şeklindedir bir kısım mesajlar gönülden gönüle mesajlardır.
Ey sevgili Habimim ne istersen söyle?
Buraya salih kullarının da bu huzura gelmeyi nasip et. Ben senin huzuruna geldim senin Allahlık sırrını seyrettim. Hiç bir mahlukata nasip olmayan bir an. Salih kullarına da bu imkanı ver.
O halde namaz kılsınlar..
Tahiyyat duasına yapılan bu yorum Musa’ya çok güzel bir rota çizmişti. Müzik ve namaz aynı şeyi sembolize etmeye başlamıştı. Notalar o mükemmel An’a doğru seyir ediyorlardı ve hiç birşeyden haberleri yoktu. Noktalar nota’ya dönüşürken 3 sınıfa ayrıldılar yani 3 farklı notaya. Kırmızı nokta’nın renginden etkilenip hemen renk veren kötüler, iyiler ve çok iyiler.
Musa: Acaba “Çok iyiler” Elest’ten önce mi sonra mı belliydi? Ya da zaman başlamadığı için zaman’a sığdırmaya çalışarak zaman mı kaybediyorum?
Vâkı’a Suresi 14. Ayet “Çok iyilerin büyük kısmı evvelkilerden, az kısmı da sonrakilerden..” diyor. Bunun ilk bakışta İslamiyetten önce gelen diğer ümmetlerin Mukarrebun olduğu sanılabilir. Halbuki öyle değildir. Evvelkilerden kastı Elest meclisinde “evet “diyenlerdir. Demekki çok iyiler ta elestte tespit edilmiş. Ancak bir kısmı da sonradan tespit edilir diyor Allah. Demek ki elest meclisinde evet demekte, secde yapmakta gecikenler bile Dünya’da çok iyi olma şansına sahip. Netice o dur ki Elest meclisinde secdesini geciktirenler dahi dünyada yapacağı aşırı iyiliklerle aşırı iyi amellerle mukarrabun sınıfına geçebilir. 3
Musa: Ne mükemmel bir senaryo. Ezelde takdir edilmiş nasipler! Beşlerden birisi Husrev Altınbaşak’ın makamı için Allah’ın ezeli ilminde yazılmış, biz onlara yetişemeyiz demişti. Sübhanallah! Kim bilir daha ne gizemler yaşandı veya yaşanıyor. Elest meclisi hayal gücünü çok zorlayan bir sahne. Hele ki secdemin devam ettiğini duymak bana hayat katıyor. Acaba neden hemencecik “evet” diyemedik?
Allah Elest’de «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» emrini verince tüm yaradılmışlar önce şiddetli bir zevke, fakat sonra sıra ile haşyet ve paniğe kapıldılar. Ve «Evet Rabbimizsin» deme mecâli bulamadılar. Yalnız evrenin benzersiz incisi Efendimiz «Evet Rabbimizsin» diyerek evreni yok olmaktan kurtardı. İşte biz şu anda yaşarken kendi kendimize hep şu soruyu sormalıyız: Elest’de ilâhi emir tecelli edince, önce büyük bir zevke kapıldığımız halde sonradan neden haşyete ve oradan da paniğe düştük? Ve Efendimiz nasıl bir hikmetle zevk sırrından hemen «Belî (Evet)» niyazına geçti?
Musa: Yine bu konumlandıramadığım “zevk” karşıma çıktı. Sanki o soruyla birlikte dağların ve göklerin yüklenmekten çekindikleri “emanet” veriliyor gibi. Nefis hangi aşamada veriliyor peki?
Kahya: Zaman olmayan diyarları hayal ediyorsun. Zamansızlığı idrak edemeyiz. Ezel geçmişte bir nokta değildir. Zaman öncesidir. Ezel ile ebed aynı şeydir. İkisi de zamansızlıktır. Ezelde zaman yoktur ama Cenab-ı Allah’ın Ezeli ilminde vardır. Hayallerin ne çabuk oraya gidip geliyor farkında mısın? Sanki bağlantın devam ediyor gibi. İman ve intisap ile daha da hissedilebilir bir mesele.
Haşyetin nedeni ilâhi emrin bu muhteşem sonsuzluğudur. İşte o zaman tüm yaradılmışlar kendine has bir varlık noktası aramaya başladılar, yüzeysel bir tanımla benliğe düştüler. Madem evrenin her noktasında ilâhi kudret var «Peki ben kimim, neyim?» telâşına kapıldılar. O zaman da panik başladı. Yalnız Efendimiz kendine bir yer, bir benlik aramadan ve hemen, «Evet Rabbimizsin» niyazına geçiverdi. İşte elest bilmecesinin özündeki sır, benliği aşma becerisidir. Dünyamızdaki tecellîsi ile de aynen bu benlik hikmetini sergiler. Fahr-i Kâinat Efendimizin etrafındaki yüceleri düşünürseniz gerçeği hemen fark edersiniz. Onlarda benliğin izini bulmak mümkün değildir. 4
Grafik’te sıradaki durağı, bu muhteşem sahnede emaneti yüklenmeyen yer, gök ve dağlar aldı. Musa grafiğinin bu noktasında dağları, yeri ve göğü sembolize eden üçgen çizdi. Elest meclisini kendince burada konumlandırdı. Bu üçgen aslında bir pencere mahiyetini taşıyordu. Şahitlik etmek ve seyir etmek için bu üçgene doğru ilerleyeceklerdi. Kainattaki herşey şahitlik ediyordu. Emaneti kabul etmeyenler de dahil olmak üzere.
Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir. (Ahzâb, 72)
Tam bu aşamada siyah notalar, Elest’i sembolize eden bu üçgen içersinden geçerken renk ve şekil değiştiriyorlardı. Aslında bu, notaların secdeleri ile eş zamanlı olarak yeryüzüne inme sahnesini canlandırıyordu. Benlik emanetinin üstüne birde nefis tiplerini seçip renkleniyor ve renkli damlalar şeklinde inişe geçiyorlardı. Bu düşüş hikayesinin başlagıcını oluşturuyordu. Musa, Evvel’i canlandırma sürecinde cahilliğin üstüne, utangaçlık da duymaya başladı. Ama cahilliğini belgelemeyi arzuluyordu. Bu yazı bir belge niteliği taşıyacaktı. Bu vesile ile daha çıplak hissederek O’na daha yüksüz gitmeyi kendince sunacaktı. Aslında O’na gidişin aşkla olabileceğini öğreniyordu. O tüyleri diken diken yapan sorudan sonra gelen sarhoşluk bunun bir kanıtıydı. Musa ise bir sonraki sahneyi keşfetti.
Zahiri dünya’ya doğru düşen bu nota, artık Elest penceresinden “şarabını” aramaya çıkmış aşık bir “damla” olarak devam edecekti.
“Biz sarhoş olduğumuzda henüz şarap icad edilmemişti.” (Beyazati Bistami)
Her zaman Elest’i hatırlamak,
Demek ki Allah’ı kalbinde tutmaktır.
Hakkın yolunda her zaman öncü olmak,
O ‘Belâ’ cevabını ruhunda yaşatmaktır.
Mevlana – Fîhi Mâ Fîhi, Bölüm 10
Elesti hayal etmek Musa’nın hayatındaki ilk dörtlüklerini yazmasına vesile oldu.
Secden devam ediyor, ey Musa!
Haşyete kapıldın, gelip geçici zevk gibi,
Unuttun gitti, hiç yaşamamışsın gibi,
Dünya hayatın secdeye giderkenki bir rüya gibi
Vazgeçmeyecek ve duyacaksın o sesi,
Dinleme, o; sahte benliğin sesi.
Erken secdeye gidenlerden olmak için,
Dinle, O; içindeki çocuğun sesi.
Söz vermedik mi hepimiz, adam akıllı?
Nasılda unuttun bu unutulmaz “An”ı?
Merak etme, insansın sen, aczini hissedeceksin,
Merak et, Hz.İnsansan ölmeden ölecek, göreceksin.
Dağlar neden almadı bu emaneti?
Gönlünü aşkla doldurup geri verdin mi?
Hayallerini mi süslüyor Elest bezm-i?
Secden devam ediyor, ey Musa!
Devem edecek…
5 Comments
Musa Bey,
Çorbanızdan bir yudum almaya geldik. Çorbadaki malzemeler başlangıçta ayrı ayrı dursalar da zamanla ateşin harı arttıkça bir uyum ve kıvam alır. Yazılarınızda da kıvam gittikçe artmakta. Allah aşk ateşinizi daha da harlandırsın inşallah.
Amin inşallah. Ayrıca afiyet olsun. Rabbim hepimize daha güzellerini yazdırsın, okutsun ve yaşatsın..
Yorumumda Halık yazmışım; doğrusu Haluk olacaktı.
Bu güzel makaleniz için sizi tekrar tebrik ederim. Acaba bir şeyi yanlış mı hatırlıyorum? Halık Nurbaki diye hatırlıyorum; siz de ise Haluk Nur Bakiler diye geçiyor. Acaba aynı zatlar mı?
İyi çalışmalar dilerim.
Teşekkür ederiz. Malesef yazım hatasından kaynaklı bir problem olmuş. Dikkatiniz için ayrıca teşekkür ederiz.