İsm-i Bâtın ile işaret edildiği gibi, her ağacın içinde işleyen destgâh(tezgah) öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve âzâsını teşkil(bir araya getirme) ve tedvir (idare etme) ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı âzâlarına lâzım olan maddeleri ve rızıkları, gayet mükemmel bir intizam(düzen) altında sevk ve taksim ve tevzi(dağıtma) ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür’at ve saati kurmak gibi bir sühulet(kolaylık) ve bir orduya arş demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor. 3. ŞUA
Sıralamada ufak bir değişiklik yaparak insan ve ağaç ilişkisini ism-i Bâtın üzerinden okumaya devam etmek istiyorum. Bir önceki yazımızda dünyaya gelen insanoğlu için ”potansiyel İnsan” demiştik ve bu hali ile insanı çekirdeğe/tohuma benzetmiştik. İnsanın inkişaf edebilmesi için kendi ile yüzleşmesi/tanışması gerektiğini ve bu yüzleşmenin tohum misali korkmadan toprağa bürünmesi ve gece/karanlıkta yol alması ile mümkün olduğunu anlatmaya çalışmıştık.
Yaratılışındaki bu potansiyeli (ahsen-i takvim) anlamaya ve tanımaya çalışan insan, yönünü/vechini/yüzünü âfâktan(dış alem) çevirerek, enfüse(iç alem) döner ve iç alemindeki denizlerde tefekkür etmeye başlar. Daha önce varlığından bile haberi olmadığı latifeleri, istidatları ile tanışır. İlk olarak bu latifelerin/istidatların kullanma kılavuzlarını okur ve zorlu bir okuma sürecinden sonra latifelerini çalıştırmaya başlar. Ağacın, kısım ve organlarına gerekli maddeleri belirli ölçülerde sevk ve taksim ederek ağacın programını/işleyişini/yazılımını(software) gerçekleştirdiği gibi bu latifelerde insanın iç alemini/programını/yazılımını inşâ etmeye başlar.
İsm- Bâtın ağacın sistemine bakar, yani ağacın ruhuna bakar. Enfüste başlatılan bu hareket insan için kalb ve ruhun işlettirilmesi demektir. Bu hareket sonucunda insanda tagayyür(değişim), tebeddül(başkalaşma) ve tekâmül(olgunlaşma, gelişme) gerçekleşir. Her yeni doğumda olduğu gibi insanın bu macerası da zorlu ve acılı bir serüvendir.
”Acı olmak zorunda çünkü iyi ve kötü arasındaki savaşta ruh ancak acı çekilerek saflığına kavuşabilir. ”Andrei Tarkovsky
Peki bu zorlu ve acılı sürecinde fikri bunalımlar yaşayan, sosyal hayat ile bağları zayıflayan insanoğlu yalnız mı? İç alemindeki çıktığı bu yolda yürümesine yardımcı olacak kimse yok mu? Errahmanirrahim olan Allah (cc) halifelik vazifesi altında ezilen insanoğluna rahmetinin mûktezası olarak tabiki diğer mahluklardan da yardımcılar vermiş olmalıdır. Ya da bazı mahluklar, iradesi ile bu yardıma talip olmuş da olabilirler mi?
”Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.” AHZAB 72
Tolkien diliyle söyleyecek olursak, yüzüğü taşımaktan imtina eden gökler, yer ve dağlar yüzük hakkında çok da fikri olmayan aciz Frodo’ya yardım etmeyi seçmiş olabilirler mi? Göklerin, yerin ve dağların iradesi mi vardı demeyin.Hadis-i şerifi hatırlayalım;
”Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz, o da bizi sever.” HADİS-İ ŞERİF
Dağların iradesi olmasaydı bizi sevebilirler miydi? Sevmek aynı zamanda bilinç ve iradeyi iktiza etmez mi? Yazımın bu kısmında bizi sevdiklerine ve bize bu zorlu yolculuğumuzda yardımcı olduklarına inandığım dağlar özelinde bir parantez açarak devam etmek istiyorum.
Peygamberlerin (a.s.), mürşidlerin, mütefekkirlerin hayatları incelendiğinde hepsinin dağlarda geçirdiği halvet ve uzlet dönemleri olmuştur. Herkesin derecesine göre yol aldığı iç aleminde onlara en büyük destekçi, insanın kendi hakikatine giden yolda onu kendi yıldızına ulaştıran bir başlangıç, bir hicret mekanıdır dağlar.
Hz. Âdem (s.s.) Cennetten yeryüzüne teşrif ettiğinde mübarek ayağının ilk bastığı yer Serendip dağı olmuştu.
Hz. Nûh (a.s.) tufandan sonra maiyetiyle birlikte Cûdi dağında konaklamıştı.Hz. İbrahim’in (a.s.), peygamberliğe giden nurlu yolu da mağaradan geçmişti.
Hz. Musa’yı (a.s.) Tur dağına tecelli eden ilâhî nûr kendinden geçirmişti.( Bu hadiseyi dağın kendini feda etmesi olarak da yorumluyorum.) Kur’ân-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kalbine ilk defa Nûr dağındaki Hira mağarasında tulü etmişti. Sevr mağarası hicretin en tehlikeli anında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i ve O’nun Sıddıkinı (ra) bağrına basmıştı. Said Nursi’nin İstanbul’daki şaşalı hayatı terk edip Erek Dağını mekan olarak seçmişti. Ladikli Ahmet Ağa hocası ile gerçek buluşmasından önce dağlarda kendisine teselli aramıştı.
”Dağlar, mağaralar mübarektir. Onlarda bilinmeyen bereket ve feyizler vardır.” Mehmed Kırkıncı
Coğrafi yapılarıyla bile insanlara gökleri işaret eden onlara gerçek hedeflerini âdeta cisimleri ile gösteren dağlar insanlar için hem maddi ve manevi rızık deposu, hem de insanoğlunun en kritik dönemeçlerinde rol sabi olmuşlar.
İsm-i Bâtın üzerinden insanın iç alemindeki inşâ sürecinde, dağların insanlara olan bilinçli(Allahualem) desteğinden, yardımından bahsettim.Şimdi ise farklı bir açıya dikkat çekmek istiyorum;
”Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca dağları levâzımâtlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet, belki şehadet eder ki, bu kadar kerîm(ikram sahibi) ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rububiyetperver bir Sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsânâtının(bağış, ikram) ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.” 3. ŞUA
Paragrafın son cümlesinde Said Nursi, ebedi âlemde buradaki dağlara bedel orada yıldızların o vazifeyi göreceğini söylüyor. Dağlar ve yıldızlar arasındaki münasebeti, mebde(başlangıç) ve münteha(sonu, meyvesi) arasındaki ilişki gibi görüyorum. Dağlarda başlayan hicretin, yıldızlarda son bulduğunu ve Astral beden, yıldız beden, Said Nursi’nin ifadesi ile cesed-i necm-i nurani ile alakası olduğunu düşünüyorum.. Yazı serisinin ism-i Ahir safhasında çapıma göre bu konuya değinmeyi planlıyorum.
Ağacın ism-i Evvel’ini tohum üzerinden ham insana yorduk. Tohumdan ağaca giden yoldaki gerekli olan planı/programı/yazılımı ism-i Bâtın üzerinden insanın iç aleminde başlattığı inşâ sürecini, bu yolda ona yardım eden yoldaşların varlığından bahsederek okumaya çalıştık. Bir sonraki yazıda ism-i Zâhir üzerinden insan ve ağaç münasebetini incelemeye çalışacağız…
NOT 1:Bediüzzaman Said Nursi konu ile ilgili dağlar ve sahralar isimlerini eserlerinde beraber kullanır. Dağlar gibi çöllerinde insan üzerinde aynı etkiye sahip olduğuna inanıyorum. Ayrı bir yazı konusu olmayı hak ettiği için ”çöller” bahsine girilmemiştir.
NOT 2:Bu yazıyı yazarken karşı koltukta tembel tembel uyumak suretiyle bana eşlik eden ”kedi” kardeşime teşekkürü bir borç bilirim.
3 Comments
yeni yazılarınız ne zaman gelecek? 12 gün geçti..
Ellerinize sağlık. Berk Bey’in yeni yazılar isteğini ben de yenilemiş olayım. Bekliyoruz inşallah…
Tebrikler. Yazılarınızı bekler hale geldik.
Sahra kelimesi sadece çöl manasına gelmez. geniş arazi manasına da geliyor ve öyle de ele alınmış olabilir. Lügata bir bakmak lazım. Yoksa benim arazi tabirim de hoş ve isabetli düşmedi.